Duvar - Eylül 2014 - Mustafa Eren*
Türkiye Hapishanelerinde Yeni İnfaz Rejimi[1]
Türkiye’de mahpuslar artık bir araya gelebildiği koğuşlardan ziyade “oda”larda tutuluyorlar. Günlük yaşamlarını kendilerinin programlayabilmesi bir yana “rehabilitasyon”, “iyileştirme”, “topluma yeniden kazandırma” gibi gerekçelerle onlar için yaşam programlanmaya çalışılıyor. İşte bu farklılık sistemsel bir değişiklik/dönüşüm sürecinin göstergesi. Bu dönüşümün asıl olarak 1970’lerde başladığı ve 2000 yılıyla beraber ise kendisini tamamen görünür kıldığı söylenebilir. Dönüşümün sistemsel olarak nitelendirebilmemizin birkaç dayanağı var. Öncelikli olarak mimari açıdan topyekün bir değişimin hedeflendiği ve bu yönde önemli adımlar atıldığını görebilmek mümkün. Ancak mimari dönüşüm, bir değişimi “sistemsel” olarak nitelendirmeye yetmez. Zaten dönüşümü “sistemsel” kılan asıl öğeyi bu mimari dönüşüm aracılığıyla mahpusların yaşantısına müdahalenin amaçlanması yani bir bütün olarak yeni bir “hapishane rejimi”nin hedeflenmesi oluşturmakta olduğu söylenebilir.
Türkiye Hapishanelerinin Mimari Dönüşümü
Hapishanelerin sistemsel dönüşümünün en bariz görülebileceği alan hapishane mimarisinde yaşanan değişim. Eskinin koğuş tipi hapishaneleri artık yerini devletin “oda sistemi” dediği; mahpusların, özellikle de siyasi mahpusların “hücre sistemi” dedikleri yeni hapishanelere bırakır. 1968 yılında Türkiye’de 633 hapishane bulunurken bu sayı Mart 2014 tarihinde 366’ya düşürülür. Üstelik de bu 366 hapishanenin 86 tanesi 2000-2014 yılları arasında inşa edilir ve yine bu tarihlerde 73’ü de yeniden düzenlenir. Yani var olan hapishanelerin yarısı ya 2000 yılından sonra inşa edilir ya da elden geçirilerek yeniden düzenlenir. Adalet Bakanlığı’nın 2014-2017 yılları arasında 118.448 kapasiteli 199 yeni hapishanenin inşa edeceği yönündeki açıklamaları dikkate alınırsa çok değil bir on sene içinde Türkiye hapishanelerinin mimari yönden neredeyse tamamen “yeniden inşa” edilmiş olacağı aşikârdır.[2]
Mimari Dönüşüm Aracılığıyla Yeni Hapishane Rejimi
Devletlerin elinde hapishanelerin mimarisi, hapis cezasının sistemli bir biçimde ceza infaz sisteminin omurgasını oluşturmaya başladığı 19. yüzyıldan itibaren, mahpusların yaşantısına müdahale etmenin aracı olarak işlev görür. Türkiye’de yaşanan mimari açıdan yeniden inşa süreci de bu müdahalenin önemli bir örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Kapatılan hapishanelerin neredeyse tamamı mahpusların bir arada yaşamasına olanak tanıyan “koğuş” tipi hapishanelerdir. Açık hapishaneler dışında olmak üzere yeni inşa edilen hapishanelerin neredeyse tamamı ise “oda sistemi”ne dayalı F, D, L ve T Tipi hapishanelerdir. “Koğuş” ya da “oda”yı sadece bir mimari tarz olarak düşünmek, metrekare hesabı üzerinden değerlendirmek doğru olmayacaktır. Bu iki mimari tarz, iki farklı gündelik yaşama ve iki farklı hapishane rejimine işaret eder.
Koğuş sistemindeki hapishanelerde çok sayıda mahpus bir arada olabilir ve koğuş kapısı kapandığında kendi hayatını programlayabilmek konusunda görece bir özgürlüğe sahiptir. Buna rağmen “oda sistemi” hapishaneler, mahpusları küçük birimlere ayırmayı ve hatta tek tutmayı, bu yolla kontrol edilebilir kılmayı amaçlar.
Türkiye’nin “oda sistemi”ni amaçlayan yeni hapishane rejiminin 1970’lerden itibaren başladığı söylenebilir.
1970’ler Türkiyesi ve Yeni Hapishane Rejiminin İlk Adımları
Yazılmış olan pek çok kitaptan ve sözlü anlatımlardan biliyoruz ki 1970’lere kadar olan süreçte mahpuslar kapatılan kapılar ardında nasıl yaşayacaklarına büyük oranda kendileri karar vermekteydiler. 1944 yılında İGB davasından tutuklanan 30 kişi arasında yer alan Müeyyet Boratav’ın Tophane Askeri Hapishanesi’ndeki yaşantılarına ilişkin anlatımları bu görece özgürlüğün bir örneği olarak görülebilir:
Sorgular bitip otuz tutuklu birlikte bir koğuşa yerleşince derhal bir günlük yaşam programı yaptık. Saat 7’de uykudan kalkış, 8’de kahvaltı, 9-12 bahçeye çıkış, volta atma, 12-13 öğle yemeği, 13-16 ders-istirahat, 16-19 eğlence, şarkılar, 19-20 akşam yemeği, 21-21.30 yatma.[3]
Nazım Hikmet’in günlük yaşantısını anlattığı 27 Ocak 1946 tarihli mektubu da mahpusların kapalı kapılar ardındaki görece özgürlüğünün bir diğer örneğidir:
Belki sizi ilgilendirir diye, normal yirmi dört saatimi yazıyorum. Sabah yedi yataktan kalkmak, yedi kırk beş radyoyu dinlemek, sekiz buçuktan on ikiye kadar Tolstoy’un Harp ve Sulh romanını tercüme. İkiden dörde kadar dokuma atölyesinde çalışmak. Dörtten yediye kadar, adını henüz koymadığım ve bir türlü bitmeyen kitabıma çalışmak. Yedide radyoyu dinlemek. Sekizden on bire kadar, küçüklü büyüklü şiir yazmak. On birden on ikiye kadar kitap okumak. Yemekleri ne zaman yediğim malum. Bu şartlar içinde bazen günlerin yirmi dört saatten ibaret olduğuna içerliyorum.[4]
Ancak 1960’ların sonlarında Türkiye’deki toplumsal mücadelenin yükselmesi, 1970’lerin başından itibaren THKP-C, THKO ve TKP-ML TİKKO ile başlayan radikal, silahlı sol/sosyalist/devrimci mücadelenin varlığı hapishanelerde de yeni bir rejimi beraberinde getirir. 12 Mart 1971 darbesinin ardından asıl olarak siyasi mahpusları hedef alacak bir şekilde mahpusların gündelik yaşamlarına müdahaleler içeren çabalar gelişir. 12 Mart darbesinin ardından bir yasa çıkarılır ve askeri hapishanelerde tutulan bütün mahpusların asker olarak kabul edileceği karar altına alınır. Bu kararla beraber mahpuslara “askeri nizam” dayatılmaya çalışılır: Saçlar erler gibi kısacık kesilecek, sayımlarda asker gibi hazırola geçilecek, sayım görevlilerine tekmil verilecek, askeri mahpuslara özgü tek tip elbiseler giyilecek, duruşmalara çıkarken kravat takılacak ve giysilerdeki düğmeler iliklenecektir. Ayrıca daha önce sabahtan akşama kadar açık olan havalandırmanın günde sadece 2 saat açılması dayatılır.[5]
12 Mart’ın ardından tutuklanan Sevim Belli’nin anlatımları yeni hapishane rejimine ve mahpusların yeni rejim içerisindeki durumlarına dair fikir vermektedir:
Yirmi yıl sonra, 50’sine yaklaşmış çoluk çocuk sahibi bir kadın olarak hapishanecilik TKP zamanındakinden birçok bakımdan farklıydı. Hapishane hapishanedir, diyen olur mu bilmem. Hapishane rejimi çok önemli oluyor. 1950’lerde -belli genel kurallar çerçevesinde- burnumuzdan kıl aldırmazdık biz. Ve hiçbir zaman bize “suçlu” muamelesi edilmesine izin vermedik. Şimdi sabah akşam “yoklama” adı altında sıraya diziliyor, önce 1,2,3… sondur komutanım sayıyor, sonra da yeni baştan tek tek adlarımızı söylüyorduk. Ve “hazır ol” durumunda “rahat” komutunu bekliyorduk, assubayımız başefendiden. Bana çok dokunuyordu bu, daha önce bu kadar aşağılatıcı bir durumla karşılaşmadığımı düşünüyordum… Birkaç gün söylendim, durdum nasıl kabul ettirilmiş bu diye. Koğuş arkadaşlarından daha önceki koğuş yaşamlarına değin dinlediklerim, bu duruma açıklama getiriyordu. Millet zaten işkenceden koğuşa öyle yorgun argın geliyor ve geldiği yerlerde gördüğü hakaretlerden insanlığına öylesine yabancılaşmış bulunuyordu ki, diyorum, daha fazlasını algılayacak hali kalmıyordu. Ve kendini dış algılar dünyasına kapatıyordu belki. Bu uygulama baştan bir üç beş kişiyle başlatılmış, sonra da adet olmuştu. Bütün sıkıyönetim hapishanelerinde uygulanıyordu. Şimdi kaldırılması için yürütülecek bir mücadeleyi kazanmak çok zordu.[6]
12 Mart ile beraber gündeme getirilen yeni hapishane rejimi yer yer mahpusların direnişleri ile karşılaşsa da kısmen yaşama geçirilir. Ancak 1974 affı ile beraber hapishanelerin önemli oranda boşalması bu yeni rejimi de işlevsiz kılar. Yeni rejimin daha güçlü bir şekilde gündeme gelişi ise 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle beraber olur.
1980’ler Türkiyesi ve Kanunlaşan Ön Kabuller
12 Eylül askeri yönetiminde hapishanelerden sorumlu komutan olan ve bu görevini emekli olduğu Ağustos 1983 tarihine kadar sürdüren Nevzat Bölügiray 12 Eylül askeri yönetiminin hapishanelere bakışını ve yaşama geçirmeye çalıştığı politikaları şöyle anlatır:
12 Eylül öncesinde, sıkıyönetim komutanları, ceza evlerinin tam anlamı ile bir “yol geçen hanı” olmasını ve bu durumun terörün tırmanmasına olan büyük katkısını, hemen hemen her toplantıda hükümetlere yineliyorlardı. Toplu barınmaya göre yapıldığı için disiplinin sağlanamadığı; ideolojik eğitimin ve toplu firarların önlenemediği; “kurtarılmış bölgelerin” oluşturulduğu; yönetimin ve egemenliğin mahkumların eline geçtiği anlatılıyor (…) cezaevlerinin sorunlarının bir an önce çözülmesi öneriliyordu.
Ayrıca aşağıdaki konularda da ayrıntılı açıklamalar yapıyor ve raporlar veriyorduk: Kimi ceza evi yöneticileri ve gardiyanlar; ceza evindeki teröristlere kuryelik yapıyorlar; içeriye her türlü ateşli, kesici silah ve uyuşturucu sokuyorlar; teröristlere her türlü yardım ve kolaylığı sağlıyorlar; birçok yasadışı çalışmalara göz yumuyorlardı. Ceza evi yönetiminin tutum ve davranışı böyle olunca; firarlar önlenemiyor; buralarda her türlü ideolojik ve teorik örgüt eğitimi yapılarak teröristler daha bilinçli olarak, adi suçlular ise terörist olarak çıkıyorlar; ceza evlerinde teröristler egemen oluyor, yoklama ve kontrol yapılamıyor; devrim mahkemeleri kurulup infazlar gerçekleştiriliyordu. Ceza evlerine girip çıkanlar da belli olmuyor, arama aygıtları olmadığı için avukatlar ve ziyaretçiler yasadışı maddeleri rahatlıkla içeri sokabiliyorlardı. Ceza evlerinin fizik yapısı da terör suçlularını barındırmaktan çok uzaktı. Bunları da anlattıkta sonra 3-4 kişilik oda tipi ceza evlerinin bir an önce yapılmasını öneriyorduk. Ama kim dinledi, kim ilgilendi? Hiç…[7]
Bölügiray’ın 1980’li yılların Türkiye hapishanelerine ilişkin bu “kurtarılmış bölge”, “teröristler egemen” sözlerinin sonrasında çözüm olarak dile getirdiği “3-4 kişilik oda tipi cezaevi” uygulamasını da içeren adımlar kısa süre içerisinde atılır. 1983 yılında yapılan bir yasa değişikliğiyle yasalara “Anarşi ve terör suçlarından hükümlü olanlar” gibi bir ibare eklenir ve böylece yasal olarak ilk defa mahpusların bir grubu “anarşi ve terör” nitelendirmeleriyle beraber anılmaya başlanır. [8] Yapılan yasal değişikliğin beraberinde getirdiği önemli bir durum ise bu mahpuslar için “tek ya da üç kişilik odalar halinde yapılmış bireysel iyileştirme ve eğitim uygulanan özel kapalı cezaevleri”ni yasalaştırmış olmasıdır.[9]
Tüzük değişikliğinin yanı sıra bir başka adım ise askeri hapishanelerde uygulanan 13/1 Talimnamesi olur. Bu talimname ile mahpuslara er statüsü verilir ve 12 Mart ile gündeme getirilen bir çok uygulama yeni dayatmalarla beraber yasal bir kılıfa büründürülür. Bu talimname ile er statüsü verilen mahpuslardan asker karşısında esas duruşta durmaları, her tür hitaba karşı “emret komutanım” diye cevap vermeleri, günlük yaşamlarını emredilen günlük faaliyet programına uygun geçirmeleri, koğuş tertip ve düzeni ile ilgili emirlere uymaları, tekmil vermeleri, sayım nizamına riayet göstermeleri, istenilen marşları ezberlemeleri, yanaşık düzen eğitimine katılmaları, yemek duası okumaları, saçlarını 5 günde bir 3 numara kesmeleri, gün aşırı sakal tıraşı olmaları, ziyaret ve avukata numara sırasına göre ve tek sıra halinde çıkmaları, gece onda yatılıp sabah altıda kalkmaları, koğuşlarda komün kurmamaları, dilekçelere ‘komutanlık önüne’ yazmaları, havalandırmalarda diğer koğuşlarla alışveriş yapmamaları, koğuşlarda türkü-marş söylememeleri beklenir.
12 Eylül askeri darbesiyle gündeme getirilen bu yasal düzenlemeler ve bu düzenlemelerin beraberinde getirdiği dayatmalar Diyarbakır, Mamak, Metris, Sağmalcılar başta olmak üzere Türkiye’nin bir çok hapishanesinde vahşete, işkenceye, mahpus ölümlerine yol açar ve bunlara karşı mahpusların direnişleri yaşanır. Bölügiray da işkenceler konusunda kendilerine bir çok başvuru geldiğini belirtmekte ancak temel meselenin mahpusların dirençlerinin kırılması olduğunu söylemektedir:
Bunun [işkence ve kötü davranış] önlenmesi için ilk emir 25 Mart 1981 tarihinde veriliyordu. Başvurular sürüyordu. En çok da, terör sanıklarının, örgüt lider ve kilit adamlarının bulunduğu Mamak, Metris, Sağmalcılar, Davutpaşa ve Diyarbakır Askeri Cezaevleri’nden geliyordu yakınmalar (…)
Başvuruların hemen tamamına yakını, sol terör suçlularından geliyordu. Bunda belki bir etken, bazı görevlilerin sol eylemcileri düşman gibi görmelerinden ileri gelebilirse de diğer etken de bunların cezaevi yönetimine ve düzenine karşı sürdürdükleri “Direnç” idi. Gerçekten sol eylemci sanıkların bir bölümü, haklı istekleri dışında, ideolojik inançları gereği kendilerini tutsak, devletin yasalarını, cezaevlerinin düzen ve kurallarını da savaş tutsaklarına göre yorumluyorlardı. İdeolojik düzenlemeler yaparak her kurala “Direnç” gösteriyorlardı. Şimdi burada ortaya çıkan en önemli sorun, cezaevi yönetiminin düzeni nasıl sağlayabileceği, yasal kuralları nasıl uygulayabileceğidir. İşte bu durumlarda sanıklar ile görevliler arasında sert çatışmalar yaşanabiliyordu. Düzenin kurulması için onların yasalara karşı oluşan dirençlerinin kırılması gerekiyordu.[10]
Türkiye’nin hapishaneler tarihinde 12 Mart ile girilen yeni dönemeç, 12 Eylül ile hız kazanır ve “düzenin kurulması için onların (mahpusların)
yasalara karşı oluşan dirençlerinin kırılması”nı amaçlayan nihai adım ise 2000 yılında F Tipi hapishanelerin yaşama geçirilmesiyle atılır. Bölügiray’ın 1980’lerin başlarında önerdiklerini söylediği ve “3-4 kişilik oda tipi ceza evlerinin bir an önce yapılmasını öneriyorduk. Ama kim dinledi, kim ilgilendi? Hiç…” diyerek sitemkâr şekilde andığı “oda tipi” hapishaneler 2000 yılında yaşama geçirilirler. Ve böylece Türkiye hapishanelerinin sistemsel dönüşümünde de önemli bir viraj alınmış olur.
Hegemonik Söylemin Abukluğu
Bu sistemsel dönüşüm sürecinin gerekçelerini oluşturan hegemonik söylemi analiz edebilmek, bu hegemonik söylemin anaforuna kapılmamak için zaruridir. Bu söylem, mahpusların bir araya gelmesini, beraber faaliyet yürütmesini daha yerinde bir ifadeyle kendi yaşamları üzerinde söz sahibi olmalarını kötü, düzeni bozan ve engellenmesi gereken bir durum olarak sunmaktadır. Bölügiray’ın “buralarda her türlü ideolojik ve teorik örgüt eğitimi yapılarak teröristler daha bilinçli olarak, adi suçlular ise terörist olarak çıkıyorlar” sözleri bu söylemin açık ifadesidir. 1990’lı yıllarda ve F Tipi hapishanelerin yaşama geçirildiği 2000’li yılların başlarında devlet yetkililerinin benzeri açıklamalarını neredeyse her gün duymak mümkündü. Devlet, mahpusları “topluma yeniden kazandırma”, “yeniden sosyalleştirme”, “iyileştirme” gibi kavramlarla beraber anmaktadır. Bu nitelendirmeler, mahpusların, devlet tarafından toplumun dışında, asosyal, iyileştirilmeye muhtaç olarak kabul edildiklerinin ifadesidir. Bu ön kabul, onların kendi yaşamları üzerindeki ehliyetlerini, iradelerini tamamen ortadan kaldırmakta ve dışarıdan onlara dayatılacak her türlü müdahaleye zemin hazırlamaktadır. Kaldı ki, Türkiye’de hapis cezasının infazına ilişkin temel kanun olan 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun, tüm mahpuslar için “infaz rejimine uygun tutum ve davranışlar içinde bulunmayı”, “güvenlik ve iyileştirme programlarına tam bir uyum göster[mesini]” zorunlu kılmaktadır.[11]
Yasalaştırılmış olan bu ön kabul, mahpusların kendi görüşleri doğrultusunda kitaplar okumasını, sohbetler etmesini ve hatta bir arada olmasını dahi “terörist faaliyet” olarak damgalayabilmenin yolunu açmakta ve buna uygun yeni bir “infaz rejimi” düzenlemekte, mahpuslara da bu infaz rejimine uyma zorunluluğu getirmektedir. Neyin “terör”, kimin “terörist” olduğu tartışmaları bir yana “terör” tanımını insanların günlük yaşamlarını kapsayacak şekilde genişletmek ve bu tanım üzerinden günlük yaşama müdahale etmenin zeminini yaratmak tartışılması gereken bir durumdur. Türkiye hapishanelerinin sistemsel dönüşümünün odağında bu ön kabul ve bu tartışmalı durum yer almaktadır. Kabul etmek gerekir ki hapishanelerde yaşama geçirilmeye çalışılan bu infaz rejimi geçmişte de var olsaydı Türkiye edebiyatının birçok eseri yazılamamış, Türkiye edebiyatı içerisinde önemli bir yeri olan hapishane yazını oluşmamış olurdu. Bu infaz rejiminin, bu hapishane yazınını ortaya çıkaran kişileri “terörist” olarak nitelendiriyor oluşu da gözden kaçırılmaması gereken bir başka abukluktur.
Meseleyi devletin, devletlerin sıkıştırmak istediği “terör” çerçevesinden çıkarıp, dört duvar arasına kapatılan, özgürlüğünden mahrum bırakılan insanların bu dört duvar arasına kendi görüşleri doğrultusunda yaşayabilmesi, kendi yaşamları üzerinde söz sahibi olabilmesi ekseninde tartışmaya başlamak gerekmektedir. Bu tartışma, hegemonik söylemin abukluğunu da deşifre edebilecek ve aşılmasını sağlayacaktır. Bu tartışma için en güçlü argümanlarımızı Cumhuriyet döneminin 1970’lere kadar olan dönemine ait hapishane anlatımlarından ve Türkiye edebiyatının önemli bir parçası olan hapishane yazınından edinebilmek de mümkündür. Sadece bunlar dahi meseleyi doğru bir eksende tartışmak ve hegemonik söylemi deşifre edebilmek için yeterli olabilecektir.
*Sosyolog, Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği
[1] Bu yazıde yer alan tespit ve değerlendirmelerime ilişkin ayrıntılı verileri Mayıs 2014 tarihinde Kalkedon Yayıncılık tarafından yayınlanmış olan “Kapatılmanın Patolojisi-Osmanlı’dan Günümüze Hapishanenin Tarihi” adlı kitabımda bulabilirsiniz.[2] Bu veriler, Adalet Bakanlığı’nın, Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği’nin 26 Aralık 2013 tarihli iki ayrı bilgi edinme başvurusuna verdiği 7 Ocak 2014 tarihli cevaplardan alınmıştır.
[3] Müeyyet Boratav, Sakıncalı Doktor, İstanbul 2006, İmge Kitabevi, 99.
[4] Şaban Öztürk, Türkiye Solunun Hapishane Tarihi, İstanbul 2004, Yar Yayınları, 200-201
[5] Oral Çalışlar, Mamak Askeri Cezaevi-Anılar 1971-1980, İstanbul 2010, Everest Yayınları, 2; Mehmet Emin Bozarslan, İçeridekiler ve Dışarıdakiler, İstanbul 1974, Koral Yayınları, 58.
[6] Sevim Belli, Boşuna Mı Çiğnedik?, İstanbul 1994, Belge Yayınları 523.
[7] Nevzat Bölügiray, Anarşi ve Terör Nasıl Önlenir, İstanbul 1996, Tekin Yayınevi, 79-80.
[8] 2 Ağustos 1983 tarihinde Ceza İnfaz Kurumları İle Tevkifevlerinin Yönetimine ve Cezaların İnfazına Dair Tüzük’te bir değişiklik yapılır ve mahpusların gruplandırılmasını düzenleyen Tüzüğün 78. Maddesine “İlk defa suç işleyenler, mükerrirler ve itiyadi veya mesleki suçlar”, “Akli ve bedeni durumları ve yaşları dolayısıyla özel bir infaz rejimine tabi tutulacak olan suçlular” ve “Siyasi suçlular” gruplarının yanı sıra “Anarşi ve terör suçlarından hükümlü olanlar” grubu eklenir.
[9] 78. Maddenin B fıkrası “anarşi ve terör suçlarından hükümlü olanlar başta olmak üzere”, “ıslah olmayacakları anlaşılan”, “diğer hükümlülerin can güvenliğini tehlikeye atan”, “iki yıl içinde üçten çok hücre hapsi alan” mahpusların bu özel hapishanelere gönderilmesini karar altına almaktadır.
[10] Nevzat Bölügiray, Sokaktaki Askerin Dönüşü – 12 Eylül Yönetimi Dönemi, İstanbul 2002, Tekin Yayınevi, 186.
[11] 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un 26. Maddesi “Cezayı çekme, güvenlik ve iyileştirme programına uyma” başlığını taşımakta ve şu iki fıkrayı içermektedir:
1- Hükümlü, hapis cezasının yerine getirilmesine katlanma ve bu amaçla düzenlenen infaz rejimine uygun tutum ve davranışlar içinde bulunmakla yükümlüdür.
2- Hükümlü, ceza infaz kurumunun güvenlik ve iyileştirme programlarına tam bir uyum göstermekle yükümlüdür. Her ne amaçla olursa olsun, bilerek kendi yaşamlarını ve bedensel bütünlüklerini tehlikeye düşürecek eylemlere girişmeleri, cezanın yerine getirilmesine katlanma yükümlülüğünün ihlâli sayılır.