Mustafa Eren - 2012
Bu yazı Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Matbaası tarafından 2011 yılında basılan, Ceza İnfaz Kurumu Yönetimi El Kitabı adlı yayını değerlendirmek amacıyla kaleme alınmıştır. Ceza İnfaz Kurumu Yönetimi El Kitabı, adındaki “yönetim el kitabı” ibaresinden ve dönemin Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Nizamettin KALAMAN’ın, kitabın önsözünde yer alan “müdürlerimize yol gösterici bir kılavuz niteliği taşımaktadır”[1] sözlerinden de anlaşılabileceği gibi ceza infaz kurumu yöneticileri için hazırlanmış bir “el kitabı”dır. Kitabın bir başka önemli yönü de Avrupa-Türkiye ortaklı bir projenin ürünü olmasıdır. Bu kitap, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü tarafından yürütülmekte olan, “Avrupa Konseyi/Avrupa Birliği Ortak Programı: Türkiye’de Model Cezaevi Uygulamalarının Yaygınlaştırılması ve Cezaevi Reformunun Desteklenmesi Projesi” kapsamında basılmıştır. Bu yönü nedeniyle, bu kitabın, hem Avrupalı hem de Türkiyeli yetkililerin görüşlerini ve hedeflerini içerdiği söylenebilir. Kitabın iki önsözünden birinin yazarı olan, Avrupa Konseyi İnsan Hakları ve Hukuk İşleri Genel Müdürü Phillippe BOILLAT da çalışmanın bu yönüne “Söz konusu yayın, ceza infaz kurumu müdürlerine, ceza infaz kurumu yönetiminde Avrupa standartları ve uluslar arası standartlara uyulmasını nasıl sağlayacakları konusunda önemli bir yol gösterici araç sunmaktadır”[2] sözleriyle açıklık getirmektedir. Dolayısıyla bu kitaba yönelik değerlendirme, sadece Türkiyeli yetkililerin ve Türkiye’nin hapishanelere yönelik kriterlerinin değerlendirmesi olmayacak, Boillat’ın deyimiyle, Türkiye’nin hapishaneler konusundaki “yol göstericisi” Avrupa standartlarının da ele alınmasını içerecektir.
Kitap, “Avrupa Konseyi/Avrupa Birliği Ortak Programı” ürünü olduğunu hemen hemen her sayfasında hissettirmektedir. Neredeyse her iki sayfada bir Avrupa Cezaevi Kuralları’ndan alıntılar yapılmakta ve hapishaneye ilişkin kitaplarda pek rastlanılmayacak bölüm ve başlıklar taşımaktadır. “Ceza İnfaz Kurumlarında İnsan Hakları”, “İnsanlık Onurunu Korumak” ve “Ceza İnfaz Kurumlarında İyi Sağlık Uygulamaları” başlıkları sadece birer başlık olmayıp birçok alt başlık içeren bölüm başlıkları olarak bu çalışmada yer almaktadır. Tek başına bu durum, hapishaneleri insan hakları, insan onuru ve “iyi sağlık uygulamaları” ile beraber düşünmek dahi bir olumluluktur. Bu olumluluk, kitapta yer alan birçok ifadede de kendisini göstermektedir: Hapis cezası sadece özgürlükten yoksun bırakmayı içerir, hapsetme koşulları asla ek bir cezalandırma olarak kullanılmamalıdır[3]; hapsedilme kararı alınan insanlar insanlıklarından değil özgürlüklerinden mahrum edilmiştir[4]; özgürlükten yoksun bırakılma durumunda insan haklarının ihlal edilmesi riski vardır ve bu nedenle şeffaf ve bağımsız izlemeye açık olmak önemlidir[5]; sivil toplum kuruluşları ile ceza infaz kurumlarındaki yaşam koşullarının iyileştirilmesi amacıyla işbirliği yapılmalıdır[6]; hükümlü ve tutuklulara kendi yaşamları üzerinde bir miktar kontrol sahibi olma hissi verilmelidir[7]; tecritin uygun bir ceza değildir, mümkün oldukça bundan kaçınılmalıdır ve tecriti ortadan kaldırmak için adımlar atılmalıdır[8]; Avrupa işkenceyi Önleme Komitesi’nin (CPT/AİÖK), hükümlü ve tutukluların odaları dışında, gün içerisinde 8 ya da daha fazla saat zaman geçirmesi yönündeki kararı disiplin suçu alanlar haricinde bütün tutuklu ve hükümlülere uygulanmalıdır[9].
Tüm bu olumlu ifadelerin pratikle ne kadar örtüştüğü irdelenmeli ve hayata nasıl geçirilebileceği üzerine düşünülmelidir. Bu yapılmadığında bu ifadeler kağıt üzerinde kalmaya mecburdur.
Olumlu İfadeler ve Pratik
Liderlik ve personelin rolü…
Kitapta, hapishane müdürleri “lider” olarak nitelendirilmekte ve müdürlerin “hem personele hem de mahpuslara, yasalarda öngörülen hedefleri yerine getirme konusunda liderlik” yaptığı belirtilmektedir.[10] Müdürler, “lider” olarak nitelendirildiğinde onlara biçilen misyon da farklılaşmakta, yasanın uygulayıcıları olmaktan çıkıp, “kurum içindeki rollerine kendi kişiliklerini, yönetim şekillerini ve becerilerini” katan kişiler haline getirilmekteler.
Kitabın, “Ceza infaz kurumu personelinin rolü” başlıklı bölümünde de, yeni Ceza İnfaz Kanunu’nun[11] “Türkiye’ye özgü durumları dikkate alan çağdaş bir anlayış ile” hazırlandığı ve bu yeni yaklaşımın başarısının “tamamen” personele bağlı olduğu söylenmekte ve sonrasında müdürlerin de bu süreçte “hayati rolleri” olduğu belirtilmektedir.[12] Bu kitaba göre “durum kontrolü” gereği ortamın “sertleştirilmesine” ya da “yumuşatılmasına” karar verebilecek olan da; “sosyal kontrol” gereği, hapishanelerde “doğru” ilişkinin ne olduğuna ve bu ilişkilerin nasıl geliştirilip devam ettirilmesi gerektiğine karar verebilecek olan da müdürlerdir. Ayrıca “mahpusların davranışlarını yönetmek için ödül ve ceza gibi diğer sosyal kontrol araçlarını” kullanabilecek kişiler de yine müdürlerdir.[13]
Belirlenen hedeflerin hayata geçirilmesi konusunda müdürlere ve personele “hayati” roller biçmek elbette iyi niyetli yaklaşımlar olarak görülebilir. Ancak hapishanelere ilişkin yapılmış en önemli akademik çalışmalardan biri (Zimbardo’nun “Stanford Hapishane Deneyi”)[14] göstermiştir ki, hapishanelerde kişiler çok çabuk otoritenin baştan çıkarıcılığına kapılabilmekte, zalimleşebilmektedirler. Prof. Dr. Melek Göregenli bu deneyin sonucunu şöyle özetlemektedir:
Bu çalışmada gözlenen negatif, antisosyal reaksiyonların, farklı boyutlarda kötü kişilikler'in bir araya gelmesi ile yaratılan bir ortamın ürünü değil, temel olarak normal bireylerin davranışlarını bozabilen ve yönlendirebilen patolojik bir ortamın sonucunda oluşması söz konusuydu. Buradaki anormallik, bu duruma maruz kalanların değil, durumun, ortamın sosyal-psikolojik yapısında bulunuyordu. İnsanları birbirine karşı her türlü kötü muamele yapmaya teşvik eden asıl olarak hapishane ortamının kendisiydi.[15]
Bu deneyin sonuçları hapishanelerdeki sorunun “iyi otorite” ya da “liderlik” sorunu olmadığını göstermektedir. Bu nedenle müdürlere “liderlik” misyonu biçmek ve bu liderlere de “hayati roller” atfetmek, etkin denetim mekanizmaları ile birlikte düşünülmediği ve bu mekanizmalar kurulmadığı sürece oldukça yetersiz, yetersiz bırakıldığı sürece de oldukça yanlış olacaktır.
Rehabilitasyon…[16]
El Kitabı’nın birçok bölümünde, satır aralarında tutuklu ve hükümlülerin rehabilitasyonuna ilişkin ibareler bulmak mümkün. Kitapta “temel ilke”lerden biri olarak yazılmış olan“Ceza infaz kurumu çalışanlarının esas amacı, kişisel potansiyel geliştirmek ve sosyal rehabilitasyonu teşvik etmektir.”[17] sözü de rehabilitasyona verilen önemi göstermektedir. Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’da da rehabilitasyona önemli vurgular yapılıyor. Kanunun 6. Maddesinin c bendinde ise “Cezanın infazında hükümlünün iyileştirilmesi hususunda mümkün olan araç ve olanaklar kullanılır (…)” denilirken “Cezayı çekme, güvenlik ve iyileştirme programına uyma” başlıklı 26. Maddesinin ikinci fıkrasında ise “Hükümlü, ceza infaz kurumunun güvenlik ve iyileştirme programlarına tam bir uyum göstermekle yükümlüdür (…)” denilmektedir.[18] Bu ibarelerden de anlaşılacağı gibi, genel yaklaşım, tüm tutuklu ve hükümlülerin rehabilitasyona yani iyileştirmeye ihtiyaca olduğu yönündedir. Tutuklu ve hükümlülere “sen iyileştirilmeye muhtaç ve mecbursun” tarzındaki bir yaklaşımın başta kendilerini “siyasi” olarak nitelendirenler olmak üzere bir çok tutuklu ve hükümlü tarafından kabul görmediği aşikardır. Kaldı ki bu yaklaşımın, hapishane yönetimleri tarafından da uygulanılabilir olarak görülmediğini yapılan araştırmalar göstermektedir. Türkiye’deki 13 F Tipi Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumu’nda yapılan bir araştırmanın “Proje Görüş ve Önerileri” başlıklı sonuç yazısında[19], F Tipi Hapishanelerde tutulanların önemli bir bölümünün “TMK ve örgütlü suçlardan yargılanan ya da hüküm giyenlerin” olması sebebiyle “topluma kazandırma”, “iyileştirme” hedeflerinin “beyhude” olduğunu söyleyen yetkililerden bahsedilmektedir. Bu hapishanelerden birinde görev yapan bir psikolog ise atölyeler ve etkinlikler aracılığıyla “topluma kazandırabildiklerinin” oranın ancak yüzde 5 olduğunu söylüyor. Geriye kalan yüzde 15’in ise sadece burada sorun çıkarmasını, psikolojisinin bozulmasını belki engelleyebiliyorlarmış. Bu psikologun söylemleri de, en azından F Tipi Hapishaneler için, “iyileştirme” çabalarının “beyhude” olduğunu göstermektedir. Başta Foucault olmak üzere bu konuda araştırmaları olan bir çok sosyoloğun bu konudaki görüşleri de hapishanelerin rehabilitasyon mekanları olmadığı yönündedir.[20]
Tecrit ve sağlık…
El Kitabı’nın 102. sayfasında “Tecrit” başlıklı bir bölüm var ve burada “hücre hapsi” olarak ele alınan tecrit, “hükümlü ve tutuklunun normal ışık ve havaya erişimi olan tek kişilik bir hücrede tutulması” olarak açıklanıyor. Bu bölümde, tecritin “istisnai durumlar dışında” uygun bir ceza olmadığı, “mümkün olan durumlarda” buna başvurmaktan kaçınılması gerektiği belirtiliyor ve hatta bu cezanın kaldırılması öneriliyor. Bu cezanın “uygun” olmayışı ise, uluslar arası belgelerde “tecrit sürelerinin, hükümlü ve tutuklunun ruhsal sağlığı için zararlı olduğu” yönündeki bilgiye dayandırılıyor.
Kitapta, “hücre hapsi” olarak görülen tecritin, tutuklu ve hükümlülerin sağlıkları üzerindeki zararlarına dair başka ibareler de bulmak mümkün. Kitabın 95. Sayfasında “Baş Etmesi Zor Hükümlü ve Tutuklular” başlığı altında Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin “Üye Devletlere Tehlikeli Tutuklu ve Hükümlülerin Hapsedilmesi ve İyileştirilmesi Hakkında R (82) 17 Sayılı Tavsiye Kararı” aktarılıyor. Karar’ın 6. maddesini, tecritin sağlık problemlerine yol açabileceğinin kabulü olarak görmek mümkün. 6. madde aynen şöyledir: “Arttırılmış güvenlik önleminden kaynaklanma ihtimali bulunan sağlık problemlerine gerekli tüm dikkatin gösterilmesini”.[21]
Bu iki alıntı, tecritin, tutuklu ve hükümlülerin ruh sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerinin farkında olunduğunu göstermektedir ve bu farkındalık oldukça olumlu bir durumdur. Bu farkındalığın yanı sıra, El Kitabı’nı hazırlayanlar tarafından “tecrit” olarak kabul edilmese de, “oda sistemi”nin de tutuklu ve hükümlülerin ruh ve beden sağlığı üzerinde olumsuz etkileri olduğu belirtilmektedir. El Kitabı’na göre “oda sistemi”nde oda dışında yeterli zaman geçirilmesi bir ihtiyaçtır ve hatta “Oda dışında yeterli zaman geçirilmesine duyulan ihtiyaç” başlıklı bir de bölüm var kitapta.[22] Burada, “Hareketsizlik ve buna bağlı problemler, hapis cezasının olumsuz tarafları arasındadır.” denildikten sonra, Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi’nin (CPT/AİÖK) hükümlü ve tutukluların odaları dışında, gün içerisinde, “mümkünse”, “8 ya da daha fazla saat” geçirmesi yönündeki kararına atıf yapılıyor ve “Bu, disiplin suçu alanlar haricinde bütün tutuklu ve hükümlülere uygulanmalıdır.” deniyor.
El Kitabı’nın “Beden Eğitimi ve Spor” başlıklı bölümünde ise “Sportif ve bedensel faaliyetlere katılım imkanı, sınırlı fiziksel faaliyetin yer aldığı kapalı ortamlarda kalanların akıl ve beden sağlıkları için önemlidir” denilmektedir[23].
Bu son iki alıntıdan da, kitabın yazarları tarafından her ne kadar “tecrit” olarak kabul edilmese de, “oda sistemi”nin de, “sınırlı fiziksel faaliyete” olanak tanıdığı ve bu durumun da tutuklu ve hükümlüleri olumsuz etkilediği sonucunu çıkarmak mümkün. Bu durum idareciler tarafından dile getirilmekte ve tutuklu ve hükümlülerin odaları dışında günde 8 ya da daha fazla saat geçirmesi önerisi sunulmaktadır.
Türkiye’de F Tipi Hapishaneler gündeme geldiğinde, tutuklu ve hükümlüler tarafından “tecrit” mekanları olarak nitelendirilmiş ve şiddetle karşı çıkılmıştı. 2000 yılında F Tipi Hapishanelerin yaşama geçirilmemesi amacıyla ölüm orucu başlatılmış,19 Aralık 2000 tarihinde 2’si asker 30’u tutuklu ve hükümlü olmak üzere 32 kişinin yaşamını yitirdiği kanlı bir operasyonla F Tipi Hapishaneler yaşama geçirilmiş, operasyona rağmen devam eden ölüm orucu, 22 Ocak 2007 tarihinde, tutuklu ve hükümlüler tarafından tecritin aşılmasında bir adım olarak değerlendirilen bir genelgenin yayınlanmasının ardından sona erdirilmişti. Bu ölüm orucu sırasında tutuklu, hükümlü ve onlara destek amacıyla ölüm orucuna katılmış olan yakınlarından 122’si yaşamını yitirmişti. Ölüm orucunun sona ermesine neden olan genelge, tutuklu ve hükümlülere her hafta 10 kişiyi aşmayacak gruplar halinde 10 saat sohbet hakkı tanımaktaydı. El Kitabı’nda dile getirilen “günde 8 saat ya da daha fazla saat” “odaların dışında” zaman geçirilmesi önerisi hatırlandığında bu genelgenin tanıdığı “haftada 10 saat” önerisinin yetersizliği oldukça açık görülecektir. Bu yetersizlik, haftada 10 saat sohbet hakkının pratikte daha da sınırlı uygulandığı gerçeğiyle beraber ele alındığında daha da ağırlaşmaktadır. Bu konuda yapılan çalışmalar ve açıklamalar göstermektedir ki, haftada 10 saat sohbet hakkı düzenli uygulanmadığı gibi, F Tipi Hapishanelerin mimarisi de buna uygun değildir.[24] Türkiye’deki 13 F Tipi Hapishaneye gidilerek yapılan bir çalışma, bu hapishanelerin personel ve yöneticilerinin de bu konuda şikayetçi olduğunu göstermiştir:
Sohbet hakkı ve bu konudaki genelgenin uygulanabilirliği ise bu başlık altında ele alabileceğimiz bir diğer konu. Genel olarak her kademe ve konumdaki kurum personeli, genelgenin ceza infaz kurumunun fiziki koşulları, personel yetersizliği ve tutuklu/hükümlü profillerinin çeşitliliği nedeniyle tam anlamıyla uygulanabilmesinin olanaksız olduğunu ifade ettiler. Genelgenin kurumlara ve buradaki idareci ve personele danışılmadan, cezaevi mimarisini ve koşullarını bilmezden gelerek çıkarılmış olduğunu söylediler. Bu kurumların tasarlanıp inşa edilme aşamasında böyle bir uygulamanın öngörülmemiş olduğunu, koşullar aynı kalmasına rağmen şimdi haftada 10 saat sohbete çıkarmalarını beklemenin haksızlık olduğunu ifade ettiler. [25]
Günde 8 saat önerisi üzerinden gidilse haftada 56 saat edecekken, F Tipi Hapishanelerde haftada 10 saat “sohbet hakkı” dahi mimari koşullar ve “personel yetersizliği”[26] nedeniyle uygulanmamakta, uygulanamamaktadır. Bu durumda, El Kitabı’nı hazırlayanların kendi tanımları üzerinden gidilse dahi, F Tipi Hapishanelerde yaşanan durumun tutuklu ve hükümlüler tarafından “tecrit” olarak adlandırılmasının ne kadar reddedilebilir olduğu önemli bir değerlendirme konusudur ve irdelenmelidir.
İrdelenmesi gereken bir diğer konu da tecritin sadece tek kişi üzerinden tarif edilmesi durumudur. Oysa ki sağlıklı sosyal ilişkilerin sürdürülebilmesinin ancak 10-15 kişilik gruplar içerisinde gerçekleşebileceği, 3, 4 ya 5 kişi de olsa hapishanede dar gruplar içerisinde tutulmanın “dar grup tecriti” olarak adlandırılabileceği savları vardır.[27] Türk Tabipler Birliği de, F Tipi Hapishaneleri, “hücre tipi hapishaneler” olarak adlandırmakta ve 3 kişilik “odaları”, “küçük grup izolasyon ünitesi” olarak ele almaktadır.[28]
Tutuklu ve Hükümlüleri Kendi Yaşamları Üzerinde Söz Sahibi Kılmak…
El Kitabı’ndaki dikkat çekici söylemlerden birisini de tutuklu ve hükümlülerin kendi yaşamları üzerinde kontrol sahibi olması oluşturuyor. Bu söylem, önemlidir ve üzerinde durulması, yaşama geçirilmesi ve ilerletilmesi gerekir.
Kitabın 7. Bölümünde “mahkumun ceza infaz kurumuna kabul edilmesinden tahliyesine kadar olan sürenin ayrıntılı planlaması” olarak açıklanan “ceza infaz yönetimi” anlatılıyor[29] ve ceza infaz yönetimi dahilinde her mahkum için hazırlanacak Ceza İnfaz Planları’na değiniliyor. Kitaba göre ceza infaz yönetiminin 7 esasından biri “mahkumların katılımı” diğeri ise “danışma”dır. Mahkumların katılımı, “mahkumların kendileri için hazırlanmış olan ceza infaz yönetimi planlarına katılımı sağlanır” ve “Ceza infaz yönetimi mahkumlara açıklanır” şeklinde açıklanırken denirken, danışma için ise “Ceza İnfaz Planları, mahkumlara ve ilgili personele danışılarak şeffaf biçimde hazırlanır…” denilmektedir.[30] Bu esaslara göre, mahkumlar, hapishanelere katılımlarından tahliyelerine kadar olan sürenin ayrıntılı planlanmasında, danışman ve hatta katılımcı olarak yer almaktadırlar.
“Odalar” başlığını taşıyan 61. Sayfada ise “hükümlü-tutukluların kendi yaşam alanlarının iyileştirilmesine katkı sağlamaları, onlara kendi yaşamları üzerinde bir miktar kontrol sahibi olma hissini verecektir” denilmektedir.
“Beden Eğitimi ve Spor” başlığını taşıyan bölümde ise Avrupa Cezaevi Kuralları’nın ilgili maddelerinden iki tanesi özellikle önemlidir:
27.6 Spor, oyunlar, kültürel faaliyetler, özel hobiler ve diğer boş zaman uğraşıları da dahil olmak üzere eğlendirici fırsatlar sağlanmalı ve mahpusların mümkün olabildiğince bu etkinlikleri organize etmelerine izin verilmelidir.
27.7 Mahpusların egzersiz esnasında ve eğlendirici faaliyetlere katılmaları için birbirleriyle bir araya gelmelerine izin verilmelidir.[31]
Kitapta bu maddelerin aktarılmasının hemen ardından,”Sportif ve bedensel faaliyetlere katılım imkanı, sınırlı fiziksel faaliyetin yer aldığı kapalı ortamlarda kalanların akıl ve beden sağlıkları için önemlidir” denilmektedir.
Bu tespitler oldukça önemlidir. Ancak 10 saatlik sohbet hakkı dahi uygulanamazken, tutuklu ve hükümlülerin spor, kültürel faaliyetler vb. organize etmeleri olanağının sağlanması ve egzersiz ve eğlendirici faaliyetler için bir araya gelmeleri oldukça ileri hedefler olarak kendisini göstermektedir. Bu söylemler, “ağırlaştırılmış müübbet hapis cezası” alanlar için daha da bir önem arz etmektedir çünkü bu kişilerin havalandırmaları günde sadece bir saat açılmaktadır ve hiçbir sportif, kültürel etkinliğe katılabilmeleri mümkün değildir. Hakkında bu hüküm verilenler, tecritin “uygun” bir ceza olmadığı ve hatta kaldırılması gerektiği savunulmasına; tecritin tutuklu ve hükümlü üzerinde bedensel ve ruhsal sağlık problemlerine yol açtığı bilinmesine; “oda dışında yeterli zaman geçirilmesine duyulan ihtiyaç” diye başlıklar atılacak kadar bir farkındalık olmasına rağmen “hayatı boyunca”[32] tecrit ortamında tutulmak istenmektedir.
Sivil Toplum Bağımsız İnceleme…
Avrupa Cezaevi Kuralları’nın 7. Maddesinde “Dışarıdaki sosyal hizmetlerle işbirliği ve sivil toplumun mümkün olabildiği ölçüde cezaevi yaşamına katılımı teşvik edilmelidir” denir. Madde 9’da ise “Bütün ceza infaz kurumları, düzenli olarak resmi denetleme ve bağımsız izlemeye tabi tutulmalıdır.”[33]
“Sivil toplum”un hapishanelere müdahil olabilmesi ve hapishanelerin bağımsız izlemeye açık olması gerekli ve oldukça önemlidir. El Kitabı’nda bu gereklilik ve önem oldukça açık bir şekilde dile getirilmiştir:
Özgürlükten yoksun bırakılma durumu meydana geldiğinde, insan haklarının ihlal edilmesi riski vardır. Tutuklu kişilerin insan haklarının korunması yönündeki temel ilke şeffaflıktır. Ceza infaz kurumları bağımsız incelemeye açık olmalıdır ve gözaltına alınan kişiler dış dünyayla temas kurma imkanına sahip olmalıdır.[34]
“Sivil toplum”un hapishaneye müdahil olması ve hapishanelerin bağımsız izlemeye açık olması, özgürlüğünden mahrum edilen insanların hapishane otoritesi karşısında haklarının güvence altına alınabilmesinin teminatlarından biridir. Önemi buradan kaynaklanmaktadır. Ancak “sivil toplum”dan ve “bağımsız inceleme”den ne anlaşıldığı da önemlidir.
“Sivil toplum” kuruluşlarının ve “profesyonel dernekler”in hükümlülerle ilişki kurması, hapishane faaliyetlerine katılımı, hapishane yaşamını normalleştirmeye katkısı üzerine tüm bu söylenenlere rağmen, söz konusu olan tutuklu ve hükümlülerin yakınlarının oluşturduğu dernekler olduğunda El Kitabını hazırlayanların ve hapishane yönetimlerinin bu söylemleri bir kenara bırakacağını öngörmek çok da zor olmasa gerek. Ancak bu durumun asıl taraflarından birini yok saymak, onları devre dışı bırakmaya çalışmak “sivil toplum” kuruluşlarına ilişkin tüm bu söylemlere şüpheyle bakılmasına neden olmaktadır. Bu şüphe, “bağımsız izleme” konusunda da kendisini göstermektedir. El Kitabı’nda bağımsız izlemenin 2001 yılından itibaren “ceza infaz kurumu izleme kurullarınca” gerçekleştirildiği yazmaktadır.[35] Ceza İnfaz Kurumu İzleme Kurulları’nın bileşenlerine ve bu katılımcıların nasıl seçildiğine bakıldığında ise “bağımsızlığı” tartışılır hale gelmektedir. Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nün 4681 Sayılı “Ceza İnfaz Kurumları ve Tutukevleri İzleme Kurulları Kanunu”[36] ile kurulmuş olan Cezaevleri İzleme Kurulları’na katılabilmek için 657 sayılı Devlet Memurları Kanununda öngörülen genel şartlara uygun olmak zorunludur ve ayrıca izleme kurullarına katılacak kişinin, hapishanelerdeki tutuklu ve hükümlülerden biri ile “evlilik, vesayet veya ikinci derece dahil hısımlık ilişkisi” bulunmaması gerekmektedir. Bu sınırlamalar, tutuklu ve hükümlülerin haklarını savunması beklenen bir kuruluştan, tutuklu ve hükümlülerin haklarını ilk koruyacak olanları dışlamakta ve tüm söylenenlerin samimiyetini sorgulatabilmektedir.
Güç Kullanma ve Açlık Grevlerine Zorla Müdahale…
Güç kullanma, hapishaneler söz konusu olduğunda en tartışmalı konulardan biridir. Bu tartışma onun çerçevesini belirleyen yasaların muğlaklığında zeminini bulur ve geçmişteki olumsuz örneklerle[37] de kendisine kayıtsız kalınamayacağını gösterir.
Güç kullanma konusundaki muğlaklık, onun “gerekli olduğu durumlarda”, “gereken en az seviyede” gibi muğlak ifadelerle tarif edilişinde kendisini göstermektedir. Hangi durumların “gerekli” olduğuna ve hangi seviyenin “gerekli” olduğuna hapishane idaresi karar vermektedir. Yani aslında bu konudaki kararlar hiç bir şey söylememekte ve “güç kullanma” konusunu tamamen idarenin tasarrufuna bırakmaktadır.
El Kitabı’nda aktarılan Avrupa Cezaevi Kuralları’nın ilgili maddeleri de bu muğlaklığın örnekleridir:
64.1 Cezaevi personeli, kendini savunma durumu veya kaçma teşebbüsü ya da yasal bir emre aktif veya pasif olarak karşı koyma gibi hallerde ve daima son çare olarak başvurmanın dışında, mahpuslara karşı güç kullanmamalıdır.
64.2 Güç kullanmanın ölçüsü gereken en az seviyede tutulmalı ve gerekli görülen en kısa süre içinde uygulanmalıdır.[38]
Avrupa kaynaklı bir başka belgede dile getirilen anlayış ise yukarıda aktarılandan daha da çarpıcıdır. Bu anlayışın sol gösterirken sağ vurmak olduğunu söylemek, hakkını vermek olacaktır.
İşkenceye ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı veya Onur Kırıcı Muamele veya Cezaya Karşı Avrupa Sözleşmesi, Madde 1 (1) Bu sözleşmenin amacı bakımından “işkence”, bir kimseye karşı kendisinden itiraf almak veya üçüncü kişi hakkında bilgi edinmek, kendisinin veya üçüncü kişinin yaptığı veya yaptığından kuşkulanılan bir eylem nedeniyle cezalandırmak veya kendisini veya üçüncü kişiyi korkutmak veya zorlamak amacıyla veya ayrımcılığa dayanan her hangi bir sebeple, bir kamu görevlisi veya resmi sıfatla hareket eden bir başka kişi tarafından veya bu görelinin veya kişinin teşviki veya rızası veya muvafakatiyle işlenen ve işlendiği kimseye fiziksel veya ruhsal olarak ağır acı veya ıstırap veren her hangi bir fiildir. Kanuni yaptırımlardan kaynaklanan veya yaptırımın doğasında bulunan veya bu yaptırımlarla rastlaşan acı veya ıstırap, işkence sayılamaz.[39]
Avrupa sözleşmesinin bu maddesinin bu son cümlesini, Avrupa’nın, hapishanelere ilişkin görülmeyen ikinci yüzü olarak okumak mümkün. Bu maddeye göre askeri diktatörlükler dönemlerinde çıkarılan olağanüstü yasalarla gerçekleştirilen tüm baskı, işkence ve katliamlar aklanmaktadır. Bu yasaya göre tecrit, tutuklu ve hükümlüye acı ve ıstırap verse de işkence değildir. Odağına insanı, insan haklarını değil, kanunları alan bu anlayış sorgulanmaya açıktır.
Gerek Avrupa kaynaklı belgelerde gerekse de Türkiye’ye ait belgelerde yer alan “aktif veya pasif karşı koyma” karşısında güç kullanılabileceği söylemi irdelenmelidir. “Karşı koyma” veya benzeri kavramlar üzerinden “güç kullanımı”nı meşrulaştırmak, olayları ve durumları göz ardı etmeyi beraberinde getirebilir ve bu da tehlikeli ve yanlış değerlendirmelere sürükleyebilir insanları. Tutuklu ve hükümlülerin, hapishane idaresinin ve personelinin talimatlarına uyması dahi yasal bir zorunluluk olduğundan[40], bu taleplerin herhangi birine aktif ya da pasif karşı koyması halinde kendilerine karşı güç kullanımı da artık yasaldır. Bu ülkenin hapishaneler tarihinde, tutuklu ve hükümlülere dışkı yedirilmesi dahi vardır. Sadece bu örnek dahi, bu söyleme şüpheyle yaklaşılmasını yeterli kılmaktadır.
“Pasif karşı koyma” karşısında güç kullanabileceğinin kabulü ve bunun karar haline getirilmesi ise daha da ürkütücüdür. “Pasif karşı koyma” genel olarak kendisini “emre itaatsizlik” olarak gösterir. Geçmişten örnekler vermek gerekirse, kendisine zorla giydirilmek istenen Tek Tip Elbiseyi giymeyi reddetmek, zorla ezberletilmeye çalışılan marşları ezberlemeyi veya söylemeyi reddetmek pasif karşı koymaktır. Günümüzde hala süregelen pasif karşı koyma biçimlerine örnek vermek gerekirse, hapishaneye girişte tamamen soyularak aranmaya karşı koymak da pasif bir karşı koyma örneğidir. Hem geçmişi hem de günümüzü ifade eden ve en bilinen pasif karşı koyma örneği ise açlık grevleri ve ölüm oruçlarıdır. El Kitabı’nda Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 82. Maddesine atıf yapılarak, tutuklu ve hükümlünün yeme ve içmeyi reddetmesi ve sağlık durumunun hayati tehlike içermesi halinde zorla beslenmeye alınacağı da özellikle belirtilmektedir.[41] Açlık grevlerine ve ölüm oruçlarına zorla müdahalelerin yaşam kurtarmadığı aksine ölümlere ve sakatlığa yol açtığı görülmesine rağmen hala savunuluyor olması tartışmalı bir durumdur. Kaldı ki, zorla müdahale doktorlar tarafından da tartışmalı bir durumdur ve Türk Tabipler Birliği, 2000 yılında zorla müdahaleye karşı olduğunu açıklamıştır.[42]
“Tek Kişilik Odalar”da Hijyen…
El Kitabı’nda değinilmesi gereken konuların her biri rehabilitasyon, tecrit, bağımsız inceleme, güç kullanımı gibi daha genel konular değil. Okunduğunda görülen ve kendisine değinilmesi ihtiyacı hissettiren daha gündelik konular da var. Hijyen de işte bunların en önemlilerinden biri. El Kitabı’nın “hijyen” başlıklı bölümünde, “tuvaletler, duş ve yaşama alanları insanlık onuruna saygı duyacak şekilde ayrı olmalıdır.”[43] denirken “yemek” başlıklı bölümünde ise “Hükümlü-tutukluların uygun koşullar altında yemek yiyebilmeleri için de düzenlemeler yapılmalıdır. Hükümlü-tutuklulara uygun yemek tabakları ve bu tabakları temiz tutma olanağı verilmelidir. Normal olarak uyudukları yerde yemek yemek zorunda olmamalıdırlar. Eğer uyudukları yerde yemek yemeleri gerekirse, yemek yemek için özel bir alan temin edilmelidir.”[44] denilmektedir. Bu söylenenler tutuklu ve hükümlüler açısından önemlidir ancak bu sözlerin, “tek kişilik odalar”da tutulanlar açısından geçerliliği yoktur. Buralarda tutuklu ve hükümlüler, uyudukları yerde yemek yemek zorundalar ve asıl önemlisi, tuvaletteki lavabo dışında bulaşıklarını yıkayacakları bir yer yoktur. Burada bulunan tek lavabo tuvalet içerisindedir. Bu durumun kendisi, hijyen konusunda bu söylenenlerin tek kişilik mekanlar için geçerli olmadığını göstermektedir.
Sonuç olarak
El Kitabı, günde 8 veya daha fazla saat “oda dışında” olmak, bağımsız inceleme, sivil toplumun hapishanelere müdahil olması, tutuklu ve hükümlülerin kendi yaşamları üzerinde hak sahibi kılmak gibi oldukça önemli söylemler içermektedir. Ancak hem pratikte hem yasalarda hem de önyargılar anlamında bunların önünde ciddi engeller olduğu da görülmektedir. F Tipi Hapishaneler göz önüne alındığında, buralarda “oda dışında faaliyet” imkanının oldukça sınırlı olduğu ve 8 saat hedefinin de gerçeklikten oldukça uzak olduğu aşikardır. Bu durumun odaları “oda” olmaktan çıkarıp “hücre”ye ve F Tipi Hapishaneleri de “tecrit” uygulanan mekanlar haline dönüştürdüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Tecrit uygulaması ise, El Kitabı’nda “İnsan Hakları” başlığı altında ele alınan “Hapis cezası sadece özgürlükten yoksun bırakılmayı içerir. Hapsetme koşulları asla ek bir cezalandırma olarak kullanılmamalıdır.”[45] “temel ilke”sinin çiğnendiğini, yok sayıldığını gösterir. Kaldı ki yine kitapta aktarılan Avrupa Cezaevi Kuralları’nın 4. maddesinde “Mahpusların insan haklarını ihlal eden cezaevi şartları, kaynakların yetersizliğiyle mazur gösterilemez”[46] denmektedir.
Hapishanelerde, tutuklu ve hükümlülerin insan haklarını ve insan onurunu dikkate alan bir sistemin hedeflenmesi, El Kitabı’nda dile getirilen olumlulukların samimi bir çabayla yaşama geçirilmesiyle mümkündür. Bunun için yasalardaki ve pratikteki engeller ortadan kaldırılmalıdır. Yapılabilecekleri 2 ana başlık altında toplamak mümkündür:
- Tutuklu ve hükümlülere kendi yaşamları üzerinde söz sahibi olma hakkı tanınmalı
- İzleme Kurulları, tutuklu ve hükümlülerin yakınlarını ve yakınlarının oluşturduğu dernekleri de kapsayacak şekilde yeniden yapılandırılmalıdır.
Tutuklu ve hükümlüleri, sadece, uygulanacak rehabilitasyon programının nesneleri olarak gören anlayış tüm olumsuzlukların kaynağında yer almaktadır ve bu anlayışın olumlu sonuçlar alabilmesi mümkün değildir. Tutuklu ve hükümlüleri kendi yaşamları üzerinde hak sahibi kılmak, hapsetmeyi sadece “özgürlükten yoksun bırakmak” şeklinde uygulamanın ön koşulu olarak görülmeli; ve tutuklu ve hükümlülerin yakınları ile onların oluşturduğu dernekleri de kapsayan izleme kurulları da bunun denetleyicisi haline getirilmelidir. Bu taleplerin var olan gerçeklik dikkate alındığında oldukça ileri talepler oldukları söylenebilir. Ancak bu talepler El Kitabı’nda dile getirilen olumlulukların uygulanabilmesinin belki de yegane yollarını içermektedir. Bu taleplerle beraber düşünülmediğinde, El Kitabı’nda dile getirilen olumluluklar gerçeklikle hiçbir zaman örtüşemeyecek söylemler olarak kalacaktır.
Kaynakça
Ceza İnfaz Kurumu Yönetimi El Kitabı, Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Matbaası, Ankara 2011
Ümit Koşan, Sessiz Ölüm, Metis, İstanbul Nisan 2000
Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun, http://www.cte.adalet.gov.tr/
Ceza İnfaz Kurumları ve Tutukevleri İzleme Kurulları Kanunu, http://www.cte.adalet.gov.tr/#
Bolu Kapalı Ceza İnfaz Kurumu İle F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu İnceleme Raporu, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu, 6 Ocak 2011, http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/belge/Bolu_Kapali_ve_F_Tipi_Ceza_Infaz_Kurumlari_Raporu.pdf
Melek Göregenli, Cezaevleri ve Bilimsel Gerçekler, 06 Eylül 2003, Bianet, http://www.bianet.org/bianet/toplum/23161-cezaevleri-ve-bilimsel-gercekler
F Tipi Cezaevlerine İlişkin Türk Tabipler Birliği Raporu, 2000, http://www.ttb.org.tr/eweb/rapor/f_tipi.html
Açlık Grevleri/Ölüm Oruçları, TTB ve Son Tartışmalar http://www.ttb.org.tr/eweb/aclik_grevleri/a_soyer.html
http://www.zimbardo.com/zimbardo.html
http://www.birgun.net/wall_index.php?news_code=1304530125&year=2011&month=05
[1] Ceza İnfaz Kurumu Yönetimi El Kitabı, Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Matbaası, Ankara 2011, syf 5
[2]Age, syf 3
[3] Age, syf 41
[4] Age, syf 49
[5] Age, syf 43
[6] Age, syf 61
[7] Age, syf 61
[8] Age, syf 102
[9] Age, syf 114
[10] Age, syf 13
[11] Kitapta Ceza İnfaz Kanunu olarak anılan kanunun tam adı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’dur. 5275sayılı bu kanun 13 Aralık 2004 tarihinde kabul edilmiş ve 29 Aralık 2004 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlandıktan sonra 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Kanun’un tam metnine, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nün internet sitesinden ulaşılabilir. http://www.cte.adalet.gov.tr/
[12] Age, syf 111
[13] Age, syf 17
[14] Zimbardo’nun, Stanford Üniversitesi bünyesinde gerçekleştirdiği bu deneyde, deneye katılan 24 kişi 12’si mahkum, 12’si gardiyan olarak ikiye bölünmüş, ve üniversitenin bodrum katında düzenlenen hapishaneye kapatılmışlardı. Deneyle ortamın kişi üzerindeki etkileri araştırılmak isteniyordu. İki hafta sürmesi hesaplanan deney, gardiyanların giderek agresif ve saldırgan tutumlar benimsemesi ve mahkumların bazılarının bunalıma girip deneyden ayrılması üzerine altıncı gün sona erdirilmek zorunda kalmıştır. Bu deneye ilişkin ayrıntıları Philip G. Zimbardo’nun kendi sitesinden öğrenmek mümkündür. http://www.zimbardo.com/zimbardo.html Ayrıca bu deney, iki filme de konu olmuştur. Deney hakkında bilgi edinmek için kaynaklık ettiği bu filmler de izlenebilir. Bu filmlerden ilki “Das Experiment” (deney) adını taşımaktadır ve 2001 Alman yapımıdır. İkincisi de yine aynı adla çekilmiştir (TheExperiment) ve 2010 Amerikan yapımıdır.
[15] Melek Göregenli, Cezaevleri ve Bilimsel Gerçekler, 06 Eylül 2003, Bianet, http://www.bianet.org/bianet/toplum/23161-cezaevleri-ve-bilimsel-gercekler
[16] Rehabilitasyon, Fransızca kökenli bir kelime olup, Türkçe karşılığı “iyileştirme”dir. Yasalarda da ve resmi kurumların yayınlarında her iki kelime de kullanılmaktadır.
[17] El Kitabı,syf 113
[18] Ayrıca bu kanunun dördüncü kısmı tamamen “iyileştirme”ye ayrılmıştır.
[19] Türkiye’deki Yüksek Güvenlikli 13 F Tipi Ceza İnfaz Kurumunda Ortak Alan Kullanımının Arttırılması Projesi Ziyaret Gözlemleri, Seçil Doğuş, syf 59, Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği’nin Ceza İnfaz Sistemi ve Sivil Toplum – F Tipi Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumlarının Sorunları ve Çözüm Önerileri 2009-2010 içinde
[20] Bu konudaki görüşleri için Michel Foucault’un Hapishanenin Doğuşu kitabına ve Anthony Giddens’ın Sosyoloji kitabının ilgili bölümüne bakılabilir.
[21] Aktarılan bu Karar’ın ardından ise “Kargaşa çıkaran hükümlü ve tutukluları, bireysel tecritten ziyade ‘grup halinde tecride’ tabi tutarak olumlu bir rejim sağlanabilir.” tespiti yapılıyor.
[22] Age, syf 114
[23] Age, syf 122
[24] Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği’nin Ceza İnfaz Sistemi ve Sivil Toplum – F Tipi Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumlarının Sorunları ve Çözüm Önerileri 2009-2010 adlı kitabı bu konuda yeterince veri içermektedir.
TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nun 6 Ocak 2011 tarihli “Bolu Kapalı Ceza İnfaz Kurumu İle F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu İnceleme Raporu” da bu konuda veriler içermektedir. Bu rapora göre “personel ve yer yetersizliği ve karşıt görüşlere sahip hükümlülerin bir araya getirilememe zorunluluğu
sebebiyle hükümlüleri eşlemede yaşanan kombinasyon kısıtlılığı yüzünden” sadece 2,5-3 saat uygulanmaktadır. Bu 2,5-3 saatin de sadece 1,45 saati sohbet, geri kalanı ise sosyal faaliyettir. http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/belge/Bolu_Kapali_ve_F_Tipi_Ceza_Infaz_Kurumlari_Raporu.pdf (Mayıs 2011)
[25] Türkiye’deki Yüksek Güvenlikli 13 F Tipi Ceza İnfaz Kurumunda Ortak Alan Kullanımının Arttırılması Projesi Ziyaret Gözlemleri, Seçil Doğuş, syf 59-60, Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği’nin Ceza İnfaz Sistemi ve Sivil Toplum – F Tipi Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumlarının Sorunları ve Çözüm Önerileri 2009-2010 içinde
[26] Birgün, 4 Mayıs 2011, http://www.birgun.net/wall_index.php?news_code=1304530125&year=2011&month=05
[27] Demokratik Doktorlar Birliği’nin açıklaması da bu görüşün bir örneğidir. (Ümit Koşan, Sessiz Ölüm, Metis, syf 139)
[28] F Tipi Cezaevlerine İlişkin Türk Tabipler Birliği Raporu, 2000, http://www.ttb.org.tr/eweb/rapor/f_tipi.html (Mayıs 2011)
[29] El Kitabı, syf 105
[30] Age, syf 107
[31] Vurgular bize aittir.
[32] 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 47. Maddesine göre “Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası hükümlünün hayatı boyunca devam eder, kanun ve tüzükte belirtilen sıkı güvenlik rejimine göre çektirilir”
[33] Age, syf 42
[34] Age, syf 43
Kitapta “sivil toplum”a ilişkin daha bir çok ibare bulmak mümkün: Sayfa 61’de, hapishane yönetimlerinin “profesyonel dernekler ve sivil toplum kuruluşları ile ceza infaz kurumlarındaki yaşam koşullarının iyileştirilmesi amacıyla işbirliği” yapması iyi uygulama örneği olarak ele alınıyor. Sayfa 119’da ise “Ceza infaz kurumlarındaki eğitim, sosyal ve kültürel faaliyetlere mümkün olduğunca sivil toplum kuruluşlarından da katılım olmalıdır” ibaresi, “Eğitim ve Kültür Faaliyetleri”nin “temel ilkeler”inden biri olarak aktarılıyor. Sayfa 125’te ise “sivil toplum”a daha büyük bir misyon biçiliyor: “Sivil toplumdaki diğer kurumların yardımı olmadan, hükümlülerin salıverilme için hazırlanması imkansızdır. Eski hükümlülerle çalışan organizasyonların ve sivil toplum örgütlerinin hükümlülerle ilişki kurmak üzere teşvik edilmeleri gerekmektedir.” Sayfa 135’te “Toplum ile İletişim” başlığı altında söylenenler de bu misyona denk düşmektedir: “Ceza infaz kurumu makamları, ellerinden geldiği kadar ceza infaz kurumu yaşamını normalleştirmek ve mahpusların psikolojik rehabilitasyonunu sağlamak için, sivil toplum örgütleri ile ilişki kurmalı ve bu tür ilişkileri teşvik etmelidir.”, “ Mahpuslar ile dış dünya arasındaki ilişkinin sürdürülmesinde en faydalı yollardan biri, mahpusların günlük faaliyetlerine, toplumsal katılımın mümkün mertebe sağlanmasıdır.”
[35] Age, syf 144
[36] Kanuna, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nün internet sitesinden ulaşmak mümkündür.
http://www.cte.adalet.gov.tr/#
[37] 1980’li yıllarda Diyarbakır, Mamak, Metris hapishanelerinde yaşanan ve vahşet sözcüğüne dahi sığdırılamayan uygulamalar; düzenlenen operasyonlar sonucunda 1995 Eylül’ünde Buca Hapishanesi’nde 3; 1996 Ocak ayında Ümraniye Hapishanesi’nde 4; 1996 Eylül’ünde Diyarbakır Hapishanesi’nde 10; 1999 Eylül’ünde Ulucanlar Hapishanesi’nde 10; 19 Aralık 2000 tarihinde Hayata Dönüş Operasyonu sonucunda 30 tutuklu ve hükümlünün yaşamını yitirmesi ilk akla gelen “güç kullanma” örnekleridir.
[38] Vurgular bize ait.
[39] Age, syf 50-51, vurgular bize ait
[40] Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un 37. Maddesi bu duruma açıklık getirmektedir: Hükümlü hakkında kurumda, düzenli bir yaşamın sürdürülmesi, güvenliğin ve disiplinin sağlanması bakımından kanun, tüzük, yönetmelikler ile idarenin uyulmasını emrettiği veya gerekli kıldığı davranış ve tutumları, kusurlu olarak ihlâl ettiğinde, eyleminin niteliği ile ağırlık derecesine göre Kanunda belirtilen disiplin cezaları uygulanır. (vurgular bize aittir)
[41] Age, syf 76
[42] Hem doktorların açlık grevleri ve ölüm oruçları karşısında aldığı tavrın bir tarihçesini görmek, hem de ilgili açıklamaları öğrenebilmek açısından Ata Soyer’in Türk Tabipler Birliği Toplum ve Hekim Dergisi’nin Kasım-Aralık 2000 tarihli 6. sayısında yer alan “Açlık Grevleri/Ölüm Oruçları, TTB ve Son Tartışmalar” yazısına bakılabilir. http://www.ttb.org.tr/eweb/aclik_grevleri/a_soyer.html (Mayıs 2011)
TTB’nin ilgili açıklamasının ilgili iki maddesi şöyledir: “9-Açlık grevcisinin bilinci bozulur ya da komaya girerse hekim açlık grevcisinin son kararına saygı göstererek tutum alacaktır. Bu çerçevede hastanın rızasına aykırı bir şekilde ‘zorla besleme’ etik açıdan doğru değildir. Bu nedenle cezaevi hekimleri hastanın ister bilinci açık, isterse kapalı olsun olgunun takip formu ile müdahale onay/red belgesini bir başka sağlık merkezine nakil sırasında mutlaka ambulans hekimine alındı belgesi ile birlikte teslim etmelidir. ...Belgelerin gizliliğinden hekimler sorumludur. 10-Bilinci açık olan açlık grevcisi beslenmeyi reddettiğinde bu kişiler hekimler tarafından zorla beslenmeyecektir. Bunun aksi hem tıbbi etik, hem de hasta hakları açısından yanlış bir tutumdur.”
[43] El Kitabı, syf 63
[44] Age, syf 65
[45] Age syf 41
[46] Age syf 41